16 Aralık 2016 Cuma

Şimdi Vuslat Zamanı

Aralık gelince aylardan o gelir akıllara, mevsim vuslat zamanıdır şimdi. 

1071'de Sultan Alparslan ile açılan dünyanın en verimli toprakları olan Anadolu, Türk'ün yeni yuvası olmuştu sonsuza kadar. Bizim için yeni olan bu coğrafya iklimiyle, havasıyla, toprağıyla en güzelleri yetiştirdi her zaman. 

Nemrut'un ateşine gözünü kırpmadan atılmaktan çekinmeyen İbrahim vardı, Asya Hunlarını kuran Metehan, Avrupa'yı titreten Atilla geçti buralardan, şiirleriyle aşkı insanların kalplerine aşılayan Yunus Emre, hazırcevaplığı ve bilgisiyle Nasreddin Hoca, 3 kıtaya hükmedecek bir imparatorluğun temelini atan Osman Bey, çağ açıp çağ kapatan, kutlu nebinin sözlerine mahzar olmuş Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, aşkın sesini mesnevisi ve neyiyle dünyaya duyuran Mevlana, 7 düveli dize getiren Mustfa Kemal ve daha niceleri...

Küçük yaşlarda tanıştı bu topraklarla Mevlana. Babasından aldığı derslerle önce babasına ardından öğrencilerine hocalık yaptı. Bir pazar yerinde tanıştığı Şems'in ateşi sığmadı içine ve bir gün kavuştular birbirlerine. İçlerindeki ilahi aşk sığmadı bu topraklara..

Açtı kollarını iki yanına ve çevresindeki halka gel dedi, sen lazsın, sen çerkessin, sen Türksün, sen acemsin, sen müslümansın, sen hristiyansın demedi gel dedi. Sen sarhoşsun, sen putperestsin, sen atesistsin, sen işe yaramazsın demedi gel dedi içindeki mayayı ve güzellikleri görüp, baktığı her gözde ilahi sevgilisini gördü gel dedi. Döktü içindeki aşkı satırlara mesnevisini yazdı gel dedi, O'na kavuşmak arzusuyla herkese kucak açtı...

Kaldırdı sağ elini semaya, Rabb'inden ilmini istedi, aşkını istedi, O'na kavuşmak arzusu ile çalıştı çabaladı. Sahip olduğu ne varsa O'nun olduğu bilinciyle istedi Rabb'inden. Hamdı attı kendisini ateşlerin içine, O'nun ateşinde yanmak kavrulmak için... Kaldırdı sağ elini gökkubbeye istedi Rabb'inden aşkının sonsuzluğunu, ilahi olan aşkına kapılmak ve onda yok olmak istedi. Aşık olduğu, kavuşmak istediği Rabbi ile tek vücut olmak istedi her daim. Kendisine uzanan elleri boş çevirmeyen aşıkı boş çevirmedi onu da, uzattığı eline yağdırdı rahmetini, ilmini gönderdi Mevlana'ya, aşkını gönderdi, aşkın sesini gönderdi, istediği ne varsa fazlasıyla paylaştı Mevlana'yla.

Rabb'inin ona bahşettiği ne varsa bedeniyle, kalbiyle, ruhuyla yaşayan Mevlana sol elini halkına çevirdi ve köprüsü oldu aşık olduğu Rabb'inin. Sağ elini Allah'a, sol elini ise çevresindeki insanlara yönetti ve dönmeye başladı ilahi aşkın ateşiyle. Rabb'inden gönderilen ne varsa paylaştı çevresindekilerle. Onun sesini duyan çevresi kalabalıklaştı, önce kendi şehri Konya'da ünü yayıldı, ardından çevre illerde ve bütün Anadolu'da... Yetmedi koca topraklar Mevlana'nın aşkını karşılamaya. O döndükçe dünya ile birlikte, bir olduğu dünya da onu tanıttı bütün topraklarında. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kim varsa kulaklarına ulaştırdı Mevlana'yı.

İnsanlara ilahi aşkı anlatırken tek bir arzusu vardı, çok sevdiği Allah'ına kavuşmak, O'na kavuştuğu günü düğün günü olarak tasvir etti her konuşmasında. Beyaz kıyafetlerini giyecek ve sevgilisine kavuşacaktı. Ben öldüğüm zaman ağıtlar yakmayın dedi, benim düğünümde insanların ağlamasını istemiyorum bir bayram gibi kutlayacaksınız dedi. Öyle de oldu. 17 Aralık akşamı akşam namazından sonra Maşukuna, ebediyete yolladığı Şems'ine ve Rabb'ine Kavuştu.

 "Takvimden bir yaprak daha düşüyordu. 17 Aralık akşamıydı... 
İki gündür sus pus olan Mevlâna'nın hâline kimse mana veremiyordu. Oğlu Sultan Veled babasını sırtından tutup yatağın içerisinde doğrultuyor, kâtibi Hüsamettin elindeki ıslak bez ile Mevlâna'nın terini siliyordu. Bir yandan da abdest için yüzünü, kolunu, ayaklarını yıkıyorlardı. Hastalandığından bu yana namazlarını yattığı yerden ima ile kılmak zorunda kalmıştı. Başını kaldıracak, oturacak dermanı kalmamıştı.

O akşam da namazını yattığı yerde gözleri ile kıldı. Yine sustu... Parmağı ile duvarda asılı duran Kur'an-ı Kerim'i işaret etti. Sultan Veled aldı, bez kılıfından çıkartacaktı ki "Çıkartma!" der gibi başını salladı. Göğsünü gösterdi. Sultan Veled ne demek istediğini anlamıştı. Kur'an-ı Kerim'i babasının göğsünün üzerine yavaşça bıraktı. Mevlâna kerpiç tavana bakmaya devam etti. Biraz zaman geçmişti. Odadakiler kendi aralarında konuşuyorlardı. 

Mevlâna birden bağırdı: - Susun! Ezanı dinleyin!
Sultan Veled: Baba ne ezanı, daha yatsıya çok var.
- Duymuyor musunuz ezanı,tanımadınız mı sesi? Ezanı okuyan Şems... Şems beni çağırıyor. Mâşuğum aşkın son yolculuğunda yolcusunu yalnız bırakmıyor...

Sultan Veled babasını kucakladı. Mevlana tekrardan konuştu: Oğlum duydun değil mi? Şems ezanımızı okuyor...

-'Allahu Ekber, Allahu Ekber.
Lâ ilâhe illallah..!'"

Mevlâna, Ezan-ı Muhammedi'nin son cümlelerini okudu ve başı oğlunun omzuna düştü.

Dünyadaki görevini tamamlayan Mevlana, o andan itibaren vuslatına ermiş sevdiğine kavuşmuştu. O günden sonra gelen her aralık artık Vuslat Mevsimiydi... 

7 Kasım 2016 Pazartesi

Önce Adını Yazmak Geldi İçimden...

“…”ya ithafen!

Seslerin, sözlerin dünyasında yolumu kaybettiğim gecelerden birinde, seninle üstüne uzun uzun konuşmayı hayal ettiğim bir yazının başına oturmuştum. Giriş cümlesi, karakterlerin yapıları, kurgu, alt metinler kafamdaydı. Önce kendime güzel bir yemek hazırladım. Gülme lütfen, patates kızartması da pekâlâ güzel bir yemek olabilir. Ev yağ kokmasın, diye pencereyi açtım, soğuk rüzgârların canımı yakmasına izin verdim. Bir türlü başaramıyorum kızartma yapmayı, arızalarımdan biri de bu işte. Olmadı. Çiğ kalmış patatesleri bir torbaya koyup, çöpe attım. Sonra, kahve yaptım. Bütün bunları yaparken elimden geldiğince ağır davrandım. Yazacaklarımı içselleştirmek, sonra da kendimden çıkıp bütün o sözlere dışarıdan bakmak için zamana gereksinimim vardı çünkü. Yazmaya oturmadan önce kendimden yorulup yabancılaşmak için, bildiğim yaşamlardan soyutlanıp öykü karakterlerinin dünyasına konuk olabilmek için zamana gereksinimim vardı. Tabii dilimin yanmasına neden olan kahvenin soğuması için de… Neyse…

 İşte tam o anda adını yazmak geldi içimden. Bu metin tümüyle sana ait olsun istedim. Hem bunu daha önce hiç yapmamıştım. Okuduğum kitaplarda, hatta bazı dergi yazılarında birine adanmış öyküleri, şiirleri gördükçe garip hissederdim kendimi. Nasıl oluyordu bu iş? Acaba bu yazılar önce tamamlanıyor, sonra da filancaya adanmasına mı karar veriliyordu, yoksa tümüyle o kişinin çağrıştırdıklarından yola çıkılarak mı kaleme alınıyordu? Yazıyı okuyup bitirince bu sorunun yanıtını bulmak zor olmuyordu. Asıl yanıtını bulamayan soru, benim neden bunu yapamadığım, neden herhangi bir yazımın başına “….'ya ithafen” yazamadığımdı. Bir şeye, bir zamana, birine adanamamak içimde bir uçurum gibi büyüyordu. Kahvenin sıcağında yanan dilimi, damağımın serinliğinde tedavi etmeye çalışırken aklıma Pavese’nin sözleri geldi:

Uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır.

İçimdeki uçurumdan kurtulmak için adını yazmaya karar verdim. Dilim daha iyiydi. Gözümün önüne çeşitli kişilere adanmış metinler geldi. Yazının başlığını attım, başlığın hemen altında sayfanın sağına doğru tırnak içinde adının baş harfini yazdım ve tam ikinci harfe geçtiğim anda kalemime bir sıkıntının oturduğunu hissettim. Birine değil de bir harfe adanmış metinlerin okurla oyun oynayan gizeminin sıkıntısı, dilimin yeniden sızlamasına neden oldu...

İkinci harfi yazamadım. Uçuruma bakmaya cesaretim vardı ama galiba derinliğini ölçmek istemiyordum. Böyle bırakmaya karar verdim. Yazım bir harfe adanmış olacaktı. Sence bu, yazıyı korkak bir yazı haline mi getirir, diye sormak istedim. Ama dilim şiştiği için konuşamıyordum.

Belki de o zaman yazının sana adandığını anlamayacak, hatta belki okumayacaktın bile. Bambaşka bir adresi de gösteriyor olabilirdi bu harf. Belki bir komşumu, belki de kilometrelerce ötede oturan bir dostu… Sevdiğim bir şairin adının baş harfi de olabilirdi. Bir şiir kitabının adı mı? Neden olmasın? Hayır, çocukluğumun gizemlerini taşıyan bir oyuncağıma bu harfle başlayan bir ad vermemiştim. Ama pekâlâ en sevdiğim müzik parçalarından birinin büyüsünü taşıyor olabilirdi. Kim bilir, belki de kendimi böyle çağırmayı seviyordum, belki de bu kimsenin bilmediği, aile arasındaki adımdı? Sonra daha korkunç bir şey kemirmeye başladı içimi. Eğer böyle bırakırsam, başkaları üstüne alınacak, yazıyı, aslında sana ait olan bir yazıyı sahipleneceklerdi. “İşte,” diyecekti eski bir dost, “bu bana yazılmış bir yazı!” Bir komşum gecenin bir yarısı kapımı çalıp, “Bana adadığınız yazı pek güzel olmuş, içimden geldi ben de size su böreği yaptım,” diyecekti. Kütüphanemdeki kimi kitaplar, diğerlerine caka satacak, “Eee, ne yaparsın, bu adamı içindeki uçurumdan ben çıkardım,” diyeceklerdi. Oysa ben bu yazının tümüyle sana ait olmasını istiyordum. Konuşmaya, yanlış anlamaları ortadan kaldırmaya çalıştım, dilimi bulamadım.

 Kalktım, kahveyi döküp bir bardak soğuk su içtim. Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Bir harfle bırakmamalı ve uçuruma atlayacak cesareti göstermeliydim. Önümde kalın bir sözlük vardı ve bir sürü harf, önümdeki kâğıdın tepesinde duran o güzelim harfin yanına yerleşebilmek için birbiriyle yarışıyorlardı.

Kendimi geceye ve içimin derin uçurumuma bıraktım. İkinci harf dilimden elime, elimden kaleme, kalemden kâğıda yol almaya başladı.

   Bu yazının sana ait olmasını istiyordum.
   O yüzden önce adını yazmak geldi içimden.

13 Ekim 2016 Perşembe

Her Yer Neden Karanlık?

Bir kuyunun içine veya bir uçurumdan aşağıya atılmış gibi düşmekteyim. Her yer öyle karanlık ve soğuk ki kimseye sesimi duyuramıyorum. Hızla düşüyorum zifiri karanlığın ortasına, kimse kaybolduğumu bilmiyor, nereye gittiğimi düşünmüyor ama ben düşüyorum. 

Nereden çıktı bu karanlık şimdi? Neden beni içine çekiyorsun? Dışarısı bu kadar güzelken ne yapacaksınız bana söyleyin... Hem... Hem ben karanlıktan korkarım, neyle karşılaşacağımı bilmezsem, görmezsem korkarım ben yapamam orada, kurtarın beni! Kurtarın! 

Yere yaklaştıkça hızlanıyorum ve hızlandıkça üşüyorum, rüzgar artıyor. Gittikçe kopuyorum insanlardan, kimse duymuyor beni. Arkadaşlarım, dostlarım, kardeşim diyenler, canım diyenler nerdesiniz? Gittiğim yeri bilmiyorum, yere çakılacağım belki de parçalarıma ayrılmak üzere aşağıya sürükleniyorum nerdesiniz? 

Yol uzadıkça uzuyor. Mesafelerimiz artıyor git gide zifiri karanlığın ortasındayım artık. Ne geldiğim yer belli ne gittiğim yer... Gideceğim yeri merak ediyorum. Kimsesiz kalmak. Ailem dediğim insanlar haricinde kimsesiz kalmak beni nereye sürüklüyor bilmiyorum. Oysa.. Oysa birçok insan vardı benimle olan veya ben öyle mi sanmıştım? Dertlerime çare olabileceğini söyleyen, yanımda duracaklarına beni inandıran bir sürü insan vardı, işi düştüğünde gelip yardım isteyen, en güzel zamanlarında yanlarında olduğum, düştüklerinde koşup kaldırmak için çabaladığım bazen kendimi unutup derman olmaya çalıştığım birçok insan vardı. Hani? Neden yoksunuz? Bakın düşüyorum işte neden gelip kurtarmıyorsunuz beni? Neden gelip elimden tutmuyorsunuz? 

Burası çok karanlık ve ben hızla bir şeylere çakılmak üzereyim. Düşüyorum.. Herşeyden ve herkesten uzak bir yere doğru.. Korkuyorum. Yalnızlıktan korkuyorum. Kimsesiz kalmaktan korkuyorum. Ailem evet onlar hep varlar onlar iyi ki varlar. Onları seviyorum. Belki de düşeceğim yer sadece onların yanıdır? Belki de orada bana sarılmak için bekliyorlardır? Bu yol uzun olduğu için mi karanlık yoksa bana yapacakları bir sürprizin parçası mı bu karanlık? Umarım bu yol oraya çıkıyordur...

Düşüyorum, yuvarlanıyorum bilinmezliğe doğru, kendimden, yanımdaki insanlardan birer birer uzaklaşarak gidiyorum karanlığa doğru. Beni buradan kim çıkaracak bilmiyorum. Belki sonsuz bir sevgi, belki elimden tutmak isteyen bir yol arkadaşı... Kim gelip kurtaracaksa beni buradan çabuk gelsin artık görmüyor musun düşüyorum! 

Gidiyorum bilinmez bir yolda, hayat dediğimiz zorlu yol da olabilir düştüğüm bu yol. Düşüyorum son sürat herkesi ardımda bırakarak ama Her Yer Neden Karanlık? Bunun cevabını arıyorum. Işığın yanmasını, güneşin doğmasını bekliyorum. Her yer çok karanlık ve ben korkuyorum... 

8 Ekim 2016 Cumartesi

Çünkü Yazmak Lazım..

Yazmaya nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Zaten her zaman kötü başlayıp öyle de devam eden şeylerin içerisinde olmuşumdur. Bilmiyorum nasıl başlamam gerektiğini ama yazmak lazım çünkü yarınımızı böyle kurtaracağız. Yarınımızın güvencesi olacak yazmak. 

Yazıyı okumaya başlayanların tamamının da son satıra ulaşmadan okumaya son vereceğini bilerek yazmak. Belki bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insan inecek son satıra kadar, onlar da hayatlarından çaldığım kısacık bir zaman için, boşa geçirdikleri zaman için güzel cümleler kurmayacaklar arkamdan ama ben rahatlamış olacağım.

Bir terapi gibi yazmak, kimsenin anlamadığı yerde anlayan bir dosta sarılmak gibi çünkü. Zamanında kalem ve kağıt dostluğu içerisinde gelişen eylem günümüzde klavye ve beyaz ekran şeklinde ama aynı şekilde rahatlatıcı etkisini kaybetmeden devam etmekte. Bir barajın arkasında biriken suyun kapaklardan kurtulduktan sonra yolunu bulması gibi aslında yazmak. Seni karanlığa çeken ne varsa onları bir nevi ışığa sürüklemek gibi...

Mutlu veya mutsuz bir şekilde nefes alışlarını devam ettirebilen insanlar meydana gelen olaylar silsilesiyle birlikte maddi veya manevi içlerini doldurmaya başlarlar. Geçmiş insanların içlerine akıttığı gözyaşlarıyla dolan bir sürahi gibi birikir göğsünün orta yerinde. Yalnızlığın da zuhur bulmasıyla birlikte ne birine iki kelime dert anlatabilirsin ne de bir ortak bulabilirsin kendine birlikte gülebileceğin. İçine atarsın her şeyi, mutlu olsan bile bunu kimseye anlatamamak doldurur içini, golden sonra tanımadığın bir insana sarılırsın kimsen olmadığı için yanında keşke dersin, keşke canımdan bir can olsaydı da doya doya sarılabilseydim bu bahaneyle dersin..

Doldurursun içini işte ne var ne yoksa anlatamazsın kimseye birikir dağlar kadar olur, denizler gibi sonsuz olduğunu düşündürür veya ıssız bir adanın içine gelmeyecek bir gemiyi (o gemi bir gün gelecek) bekler gibi düşündürür sana. Baraj dolar artık seviye tehlikeli durumlara doğru ilerlemektedir. Yapılacak en güzel şey ise artık biraz fedakarlık göstermek ve kapakları açmaktır. Alırsın kalemi eline ve önüne bir kağıt yada açarsın bilgisayarın temiz beyaz bir ekranını klavyenin üzerinden dans ettirmeye başlarsın parmaklarını, adeta kuğu gölü balesi yapan bir balerin gibi dans etmeye başlar parmakların klavyenin üzerinde. Klasik müziğin iyileştirici ruhu devreye girer hemen ardından. Dans devam ettikçe rahatlar bütün duvarların. İçinden çıkılmaz bir hal alan bedenin gevşedikçe de dostuna daha sıkı sarılırsın, kalemi daha güzel tutarsın elinde, dans biraz daha hareketlenir klavyenin üzerinde ve iyi ki dersin. Yazmak iyi ki var. 

Yazmak insanın kendi kendine uygulayabileceği en güzel tedavi şekli. Yazmak nesilden nesile dokunmanın en güzel adresi, Yazmak ruhun en güzel gıdalarından bir tanesi...

Yazmak lazım demiş şair. Yazmak mutsuzluktur. Mutlu insan yazamaz... 

26 Haziran 2016 Pazar

Malum Zaman Yine..

Yaz ayları, sıcaklar, susuzluk, tatil hevesleri falan derken malum zamana tekrardan adım adım gidiyoruz. Her geçen dakika bir şeyden uzaklaşıyorken her geçen dakika ise başka bir şeylere yaklaşıyoruz.

İki ucunda da iyi şeyler olmayan bir değneğin sağından soluna, solundan sağına gidiyoruz. 

Geçmiş peşimizi bırakmıyormuş gibi tur bindirip ileriden önümüze çıkıveriyor en olmadık zamanlarda. Belki güneşin önüne geçiyor. Her yer aydınlıkta iken tıpkı tutulmuş güneş gibi karanlıkta bırakıyor bizi. Geçmişin gölgesinden bir türlü kaçamıyoruz. 

Arkamıza bakıp koştuğumuzda ise yolumuza bir taş olarak çıkıyor ve taşa takılarak düşüyoruz bu sefer de...

Evet ne demiştik? Malum zaman.. Ağustos ayı önce sıcakalrını hissettiriyor haziranıyla temmuzuyla birlikte ve sonra bütün karanlığıyla, bizden aldıklarıyla, kendisi için götürdükleriyle ve bütün ne varsa hepsini toplayıp önümüze kocaman bir dağ gibi getirip koyuveriyor. 

Kocaman ve dolu dolu 3 seneyi dalga geçer gibi tek seferde silip yok eden ama zeminde bıraktığı kırıntılarıyla her türlü zorluğu hazırlayan Ağustos yine geliyor. Hazırlıklarımızı ne kadar yapmış olsak da, her ne kadar bu sefer kötü şeyler olmayacak desek de, geçmişin izlerinden kurtulmak isterken yine ona tutulacağız gibi.... 

Sayın Ağustos ayı; 

Önce sıcakların geldi, adım adım da bunaltmaların geliyor. Ve nihayetinde sen geleceksin. Ama senin götürdüklerin, bu dünyadan çalıp ait olduğu yere döndürdüklerin.. Onlar ne zaman gelecekler?  En önemlisi 13. gününde götürdüğün bizi ilgilendiren kısmı orada saklı. Onu getirecek misin? 

Bizden, dünyadan koparıp başka alemlere götürdüklerinin yanına bizi ne zaman götüreceksiniz Sayın Ağustos? Yaptığınız hiç hoş bir şey değil. 

Yine sen gelirken; 

"Garip bir ağustos tadı damaklarımda,
Hiç yaz gibi değil, 
Bu mevsim yaz,
Ben gibi değil.. 
Ya ağustoslar bozuldu.. 
Ya da ağzımın tadı.."

Lanet ağustos, gelirken götürdüklerini de ağzımızın tadını da getirmeni rica ediyoruz.. 

Sevgilerimle.. 

18 Nisan 2015 Cumartesi

Ayrılık... Sahi, Nedir Bu Ayrılık?

Sahi, nedir ayrılık?

Kimine göre her sabah yatağında tek başına uyanmaktır ayrılık. En güzel film için tek kişilik bilet almak, çay içtiğin bardağın yanına bir bardak daha koyamamaktır. Yaptığın yolculuklarda yanındaki koltuğa hiç tanımadığın bir insanın oturacağını bilmek, gelen bir kutlama mesajında sevdiğinin adını göremeyeceğinden emin olmaktır ayrılık. 

Eşli gidilen yerlere gidemiyor olmak, bir davetiyenin üstünde sadece kendi adını okumaktır ayrılık. İnsanların gezmek için iple çektiği pazar gününü haftanın günlerinden silmek, ne kadar yoksul ya da varlıklı olursan ol, yalnızlığa ortak olacağını bilmektir ayrılık.  

Hayatın bir yerine tekrardan tutunamayacağını öğrenmek, belki de yalandan gülen bir insana başka bir yalanla, yalan söyleyen bir gülümsemeyle merhaba demektir ayrılık...

Peki ya gerçek bir ayrılık?

Belli bir şartı var mıdır ayrılığın kalıcı bir ayrılık olabilmesi için? 

Ya da "gerçekten ayrıldık" demek yeterli midir? 

Bana göre asla...  Sözüm başka bir semt ya da kente gidenlere değil. Sözüm başka bir dünyaya gidenlere
Hani, "Toprak sevdiklerimizi zamansız alıyor" derler ya, işte tam da bundan bahsediyorum. Acaba bize verdiği meyvelerin, çiçeklerin ya da güzelliklerin karşılığı mıdır toprağın sevdiklerimizi bizden alıyor olması? Ya da bastığımız her toprak tanesinin canı acıdığı için midir sevdiklerimizle aramıza ayrılık diye girip canımızı acıtması?

İşte o toprak, bazen "Bizi hiç bırakmaz" diye düşündüğümüz bir babayı, çok defa kalbini kırdığımız bir anneyi,
el kaldırdığımız bir evladı ya da aşkı gerçek anlamda yaşadığımız bir insanı hiç beklemediğin bir anda öyle bir alır ki bizden, sonra kendini ne toprağa kabul ettirebilirsin ne de kendi kendine hayata tutunabilirsin.

Sen sen ol ayrıldık diye üzülme.
Yaşarken ayrıldık diye sevin...

Sahi, sizin hiç toprağını bile sevdiğiniz birisi oldu mu?

Cennet kadar sevip cenneti bırakıp da gelmeyeceğini bilerek özlediğiniz birisi?

Peki ya mezar taşında yazan o ismi içinize bağıra bağıra okuduğunuz birisi oldu mu hiç? 

Belki ansızın topraktan çıkar gelir diye değiştirmediğiniz bir kapı kilidi, hep kahvesini içtiği fincanı, son kez başını koyduğu yastığı, bir kare fotoğrafını ya da rehberinizden silemediğiniz telefon numarasını her gün görüp de unutamadığınız birisi oldu mu hiç? 

Kim bilir belki tam da budur ayrılık? 

Sevgililer gününde gününü gün edenlere inat, sıra sıra yatan insanların yanından geçip aşk bildiğinin toprağına kavuşmak, o toprağı sulayarak aşkı acıyla harmanlayıp daha da büyütmektir ayrılık.

Doğum günü pastanın üstünde yer alan mumlara bir kardeşin, bir abinin veya bir ablanın olmayan eksik bir nefesiyle, yanan içini söndürmek istercesine daha güçlü üflemektir ayrılık. 

Bir bayram sabahı babası olmayan bir çocuğa bayramlık giydirerek onu mutlu etmek değil,  Farkında olmadan onun canını daha da acıtmaktır ayrılık.

Ya da yıllar önce ölmüş annesini bekleyen bir çocuğa, anneler gününde annesini geri vermiyorsa bu hayat,
İşte budur ayrılık...

Sırf üstünü örten birisi olmadığı için ,
Üstünü toprakla örtsünler istersin bazen.

Sahi, size de oluyor mu? Bana hep oluyor, hem de aniden...


-Canın Sağolsun-

28 Mart 2015 Cumartesi

"Seyahatler Çekiyor İçim"

Yine bir iş günü ve penceresiz odanın içerisinde dünya ile iletişime geçme çabaları içerisindeyiz.. Hayatının kısa bir dönemini rahat geçirebilmek için ömrünü feda eden insanların arasına karıştık ve yolumuza bu çıkmaz sokakta ilerleyerek devam ediyoruz. Henüz daha çok genciz, yaşımız daha ufak sayılacak derecede ve önümüzde upuzun bir yol var. Uuzun ince bir yoldayız gideceğiz gündüz gece...

Günün 9-10 saatini bir yerlere tıkılıp kalarak hayatımızı yaşayamadan bir kuruma veya bir insana para kazandırmak uğruna geçirirken ne güzel bir yaşam sürüyoruz, ne etrafımızdaki insanlarla eşimizle, dostumuzla, ailemizle ilgilenebiliyoruz ne de mavinin, yeşilin, denizin, güneşin, doğanın tadına varabiliyoruz. 

Oysa baharın ilk günleri, hava ılık, güneş etkisini göstermeye çabalarken önünden geçen bulutlar son damlalarını yeryüzünü serinletmek için bırakmaktalar. Yeşil alanlarda baş gösteren minik papatyalar, ısınmaya başlayan ve sakinleyen güzel deniz suları, hoyratça sakin esen rüzgar ve yeşermeye başlayan güzel ağaçlarla birlikte gelen huzur... Dışarısı öyle güzel ki, insanlar bakmaya, o güzelliği yaşayıp değiştirmeye kıyamadıklarından herhalde kapanmışlar ofislerine çalışıyorlar, avmlerde alışveriş yapıyorlar veya evlerine kapanıp telefonlarına gömülüyorlar... 

Yaşadığı hayatın farkında değil kimse. Elindeki tek fırsatı böyle kullanmamalı hiç kimse, yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür iken kapanıyoruz medeniyet dediğimiz ve insanların bir şeylere mecbur bırakıldığı bu kötü hayatı yaşamaya. Tek güzel yanı, yer yüzünün en güzel yapısında yaşıyorum. Yaklaşık 25 milyon insanın olmak istediği yerde her gün 9 saat geçiriyor olmak belki de tek güzel yanı sanırım... 

Kapandık binaların arasına, kapandık yaşamın sıkıntılarına, gülmeyi unuttuk ve kapandık mutsuzluğa, kapandık hoşgörüsüzlüğe, kapandık iyi olmayan her şeyin ortasına... Ne denizin güzelliğini görebiliyoruz, ne yeşilin huzurunu tadabiliyoruz ne de parkta oynayan çocukların cıvıltılarına kapılıp eğlendirebiliyoruz kendimizi. Öyle alıştık ki mutsuzluğa, tahammülsüzlük ve kötü şeyler aldı başını gidiyor etraf suratı asık insanlarla doldu!  Nerede kaldı o birbirine gülümseyerek iletişim kuran insanlar, nerede o eski İstanbul beyefendileri, yüzleri her zaman gülen, düşkünü ayağa kaldıran güzellikler neredeler? O güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler mi yoksa? 

Kurtulmak istiyorum artık bu penceresiz odadan! Yüzü asık, sıkıntılı, stresli ve bağırarak konuşan insanlardan kurtulmak istiyorum! İş ve para kaygısı olan insanlardan, sürekli hesap kitap yapanlardan, borçlardan ve olumsuz her şeyden kurtulmak istiyorum! 

Engin maviliklerde kaybolmak istiyorum, yeşillerin içinde dans etmek istiyorum, dünyadaki en güzel yerleri görmek, her yerin en güzel yemeğini yemek istiyorum. Sait Faik gibi "SEYAHATLER ÇEKİYOR İÇİM";

"Dağ manzarasında uyuyup, deniz manzarasına uyanmak istiyorum.
Otobüsün cam kenarında, elimde harita, beynimin içinde bilmediğim bir melodi olsun istiyorum...
İçimde çocuksu heyecan yüzümde bilmediğim bir gülümseme olsun istiyorum.
Ajandam yanı başımda bir yerlerde olmalı. Küçük notlarla dolmalı.
Gündüz gezip, gece blog için yazı yazmak istiyorum. 
Kaybolma hikayelerim olmalı mesela.
Hikayesi olan küçük hediyeler almak istiyorum mesela sevdiklerimi mutlu etsin diye."

İstiyorum, istiyorum, istiyorum... Uzar gider bu liste, her şeyden kaçıp güzel bir hayat istiyorum, içimdeki gezgin insanın çıkıp özgürce yaşamasını istiyorum. "Seyahatler Çekiyor İçim" kaçıp kurtulmak istiyorum buralardan her hafta sonu maça gelmek dışında bir daha bu şehre uğramamak... 


Hüseyin Türker...