7 Kasım 2016 Pazartesi

Önce Adını Yazmak Geldi İçimden...

“…”ya ithafen!

Seslerin, sözlerin dünyasında yolumu kaybettiğim gecelerden birinde, seninle üstüne uzun uzun konuşmayı hayal ettiğim bir yazının başına oturmuştum. Giriş cümlesi, karakterlerin yapıları, kurgu, alt metinler kafamdaydı. Önce kendime güzel bir yemek hazırladım. Gülme lütfen, patates kızartması da pekâlâ güzel bir yemek olabilir. Ev yağ kokmasın, diye pencereyi açtım, soğuk rüzgârların canımı yakmasına izin verdim. Bir türlü başaramıyorum kızartma yapmayı, arızalarımdan biri de bu işte. Olmadı. Çiğ kalmış patatesleri bir torbaya koyup, çöpe attım. Sonra, kahve yaptım. Bütün bunları yaparken elimden geldiğince ağır davrandım. Yazacaklarımı içselleştirmek, sonra da kendimden çıkıp bütün o sözlere dışarıdan bakmak için zamana gereksinimim vardı çünkü. Yazmaya oturmadan önce kendimden yorulup yabancılaşmak için, bildiğim yaşamlardan soyutlanıp öykü karakterlerinin dünyasına konuk olabilmek için zamana gereksinimim vardı. Tabii dilimin yanmasına neden olan kahvenin soğuması için de… Neyse…

 İşte tam o anda adını yazmak geldi içimden. Bu metin tümüyle sana ait olsun istedim. Hem bunu daha önce hiç yapmamıştım. Okuduğum kitaplarda, hatta bazı dergi yazılarında birine adanmış öyküleri, şiirleri gördükçe garip hissederdim kendimi. Nasıl oluyordu bu iş? Acaba bu yazılar önce tamamlanıyor, sonra da filancaya adanmasına mı karar veriliyordu, yoksa tümüyle o kişinin çağrıştırdıklarından yola çıkılarak mı kaleme alınıyordu? Yazıyı okuyup bitirince bu sorunun yanıtını bulmak zor olmuyordu. Asıl yanıtını bulamayan soru, benim neden bunu yapamadığım, neden herhangi bir yazımın başına “….'ya ithafen” yazamadığımdı. Bir şeye, bir zamana, birine adanamamak içimde bir uçurum gibi büyüyordu. Kahvenin sıcağında yanan dilimi, damağımın serinliğinde tedavi etmeye çalışırken aklıma Pavese’nin sözleri geldi:

Uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır.

İçimdeki uçurumdan kurtulmak için adını yazmaya karar verdim. Dilim daha iyiydi. Gözümün önüne çeşitli kişilere adanmış metinler geldi. Yazının başlığını attım, başlığın hemen altında sayfanın sağına doğru tırnak içinde adının baş harfini yazdım ve tam ikinci harfe geçtiğim anda kalemime bir sıkıntının oturduğunu hissettim. Birine değil de bir harfe adanmış metinlerin okurla oyun oynayan gizeminin sıkıntısı, dilimin yeniden sızlamasına neden oldu...

İkinci harfi yazamadım. Uçuruma bakmaya cesaretim vardı ama galiba derinliğini ölçmek istemiyordum. Böyle bırakmaya karar verdim. Yazım bir harfe adanmış olacaktı. Sence bu, yazıyı korkak bir yazı haline mi getirir, diye sormak istedim. Ama dilim şiştiği için konuşamıyordum.

Belki de o zaman yazının sana adandığını anlamayacak, hatta belki okumayacaktın bile. Bambaşka bir adresi de gösteriyor olabilirdi bu harf. Belki bir komşumu, belki de kilometrelerce ötede oturan bir dostu… Sevdiğim bir şairin adının baş harfi de olabilirdi. Bir şiir kitabının adı mı? Neden olmasın? Hayır, çocukluğumun gizemlerini taşıyan bir oyuncağıma bu harfle başlayan bir ad vermemiştim. Ama pekâlâ en sevdiğim müzik parçalarından birinin büyüsünü taşıyor olabilirdi. Kim bilir, belki de kendimi böyle çağırmayı seviyordum, belki de bu kimsenin bilmediği, aile arasındaki adımdı? Sonra daha korkunç bir şey kemirmeye başladı içimi. Eğer böyle bırakırsam, başkaları üstüne alınacak, yazıyı, aslında sana ait olan bir yazıyı sahipleneceklerdi. “İşte,” diyecekti eski bir dost, “bu bana yazılmış bir yazı!” Bir komşum gecenin bir yarısı kapımı çalıp, “Bana adadığınız yazı pek güzel olmuş, içimden geldi ben de size su böreği yaptım,” diyecekti. Kütüphanemdeki kimi kitaplar, diğerlerine caka satacak, “Eee, ne yaparsın, bu adamı içindeki uçurumdan ben çıkardım,” diyeceklerdi. Oysa ben bu yazının tümüyle sana ait olmasını istiyordum. Konuşmaya, yanlış anlamaları ortadan kaldırmaya çalıştım, dilimi bulamadım.

 Kalktım, kahveyi döküp bir bardak soğuk su içtim. Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Bir harfle bırakmamalı ve uçuruma atlayacak cesareti göstermeliydim. Önümde kalın bir sözlük vardı ve bir sürü harf, önümdeki kâğıdın tepesinde duran o güzelim harfin yanına yerleşebilmek için birbiriyle yarışıyorlardı.

Kendimi geceye ve içimin derin uçurumuma bıraktım. İkinci harf dilimden elime, elimden kaleme, kalemden kâğıda yol almaya başladı.

   Bu yazının sana ait olmasını istiyordum.
   O yüzden önce adını yazmak geldi içimden.