17 Ağustos 2013 Cumartesi

Bugün Her Zamankinden Çok İstedim Seni...


Nedenini bilmediğim bir arzuyla bugün her günkünden daha çok istedim yanımda olmanı...

Kolay değil, sensiz olmak, içinin yarısını boş tutmak.

Kolay değil her sabah bir martı sesiyle irkilmesi bu yoksul bedenimin.

Sadece bu ayrılığın bir süreliğine oluşu teselli dolduruyor yüreğime.

Her ne kadar bu sürenin uzunluğunu bilmesekte sonunun olduğunu bilmek umutlandırıcı...

Zaten her şey umut edilmekle başlamadı mı? Seni düşünüpte kendimi kaybettiğim vakitlerin anısına yazdım bu mektubu sana.

Bazen otobüste iki sevgilinin başlarını yaslayıp uyurken ki rahatlığında, Bazen sokakta babasının elini tutan bir çoçuğun gözlerindeki güvende buluyorum seni.

Düşündükçe Nazım olasım gelir ve hasretini bir uçtan bir uca yakasım gelir.

Bir kuş hafifliğinde sana akar yüreğim, yokluğunda yok olmaktan korkarak.

Yaşadığım acıları anlatırsa birileri sana göz yaşlarınla yıka yaralarımı.

Seni bekliyor gölet olmuş bir nisan yağmurunun çoçuğu. Hadi gel dayanamıyorum hasretine...''

...  #Papatya

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Üç Nokta...

Üç nokta… Üç noktanın hikayesini hiç duydunuz mu?.. Üç noktayı yazarımız şöyle anlatıyor :

“Üç noktanın ima ettiğini, yeri gelir, bütün bir edebiyat şerhten (açıklamaktan) aciz kalır.Hiç bir harf ve hiçbir kelime üç noktanın ima ettiğini kucaklayamaz.

O bunu biliyordu, askere giderken eşiyle son kere yalnız kaldığında demişti ki “Eve gönderdiğim her mektubun sonuna üç tane nokta koyacağım; Üç tane nokta…O üç nokta senin içindir, anladın değil mi ?”

Uzun askerlik yıllarında eve gönderdiği her mektupta hep o üç nokta vardı.Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüldüğü, teyzeler, amcalar, komşular ve tanıdıkların hal ve hatırlarının sual edildiği, sağlık ve sıhhat dilekleriyle baki selam temennisiyle son verilen mektupların sonunda hep üç nokta vardı.

Eşi mektupta yazılanlara aldırış etmiyordu.O son satırın sonundaki üç noktayı arıyor, buluyor, okuyor. Buğulanmış gözlerinden süzdüğü üç damla gözyaşı ile yıkıyordu.

Seneler, seneler sonra, bütün sözlerin mahremiyet yaşmağını yırtıp, üryan tekilliklere düştüğü bir gün, yüreğinin tam üzerinde sakladığı son mektubu çıkarıp sonundaki üç noktayı okşarcasına seyrederek sevgilisine şöyle demişti :

Sahi Ahmet bey, ne güzel mektuplar yazardın eskiden ?...”
Yazarımız, zamanımızda az rastlanan bir kadın nesli için ileri sürdüğü düşüncelerinin sonunu hep, karşı olmak, anlamamak, kendine yabancı gelen düşünceler gibi göstermesine rağmen, sanki satır aralarında günümüz evlilik adaylarına uzun soluklu bir evliliğin, bir yuvayı neler ayakta tutuyorun reçetesini sunuyor gibi…

Evet eski ev hayatının bir adabı vardı. Bizim kültürümüzde boşanma meşru kabul edilir ama hoş karşılanmazdı. Bir eve gelin giden orada beyaz kefeni giyene kadar ocak tüttürürdü. Namus meselesi dışında yuvalar bozulmazdı.

Üç nokta için bir şeyler söylemek gerekirse...

Gerçekten dede, nine ve amcalarla beraber yaşadığımız o kalabalık aile yıllarında, askerden evine mektup yazan biri mektupta eşine sevgi sözcükleri yazamazdı. Bu bir edepti. O zamanın kadınları da eşlerini hiçbir zaman söze dökülmeyen kelimelerle severler ya da sevgisizliklerini mahrem bir hastalık gibi yüreklerinin derinliklerinde bir ömür boyu saklarlardı. Bizim neslin çocukları babaları tarafından dedelerinin yanında hiç sevilmemişlerdir.

Bu edep hallerine zamanımız ne çok muhtaç...

Naci Konyar