3 Ocak 2015 Cumartesi

Ey Kimya’m Aşkı Öğrenir Öğrenmez Hemen Ölüme Koşmak Olur Mu?

Kışın soğuk kırağıları ağaçlara kardan önce tül tül örtülmüştü. İçime bir sancı çığ çığ düşüyordu. Aniden rahatsızlanmıştı Kimya’m. Önce yüksek ateş, ardından gece sayıklamaları ve halsiz düşünce başlayan şiddetli ağrılar. Birkaç gün sonra boynunda ve sırtında çıbanlar çıkmaya başladı. Hekimlere götürdük. Nafile, fayda etmedi. Çıbanlar vücuduna yayılıyordu. Üzüntüm onun gece ağrılarındaki inlemeleriydi. Başını dizime dayayıp okuyup üflüyordum. Soluğum ile ağrıları hafifliyor, uyuyabiliyordu. Öyle ki sabah ezanlarından sonra bile dizimde zar zor uyumuş olan Kimya’nın uykusu bölünmesin diye hareket etmiyordum. 

Önce Allah’ın sonra Mevlâna’nın bana emaneti olan Kimya’nın hastalığı ve acı çekmesi beni kahrediyordu. Horasan’da çıbanları tedavi eden bir hekim olduğunu eskiden duymuştum. Kimya’yı Horasan’a götürmeye niyetlendim; ama yol eziyet eder, dayanamazdı. Hekimin Konya’ya gelmesi için haber yolladım. Gel gör ki hekim yolda iken Kimya Hatun’um Rahman-ı Rahim makamına hicret etmişti. Kimya’m ölmüştü.

Hayatımda ilk kez böylesine bir acıyı tatmış oluyordum. Ömrümce böyle bir derin acıyı daha önce yaşamamıştım. Kozayı yırtan kelebek uçmuştu, kayadan fışkıran pınar kurumuştu. Ölüm güzelliğine taç olmuştu da sanki aşka bizden önce pervaz etmişti onu. Onsuz oda sağır, duvarlar kördü. Kokusu sinmişti, masal diyarından gelmiş de göz açıp kapanıncaya kadar kalmışçasına tazeydi hâlâ kokusu elbisemde.

Toprağa Kimya’yı değil gökyüzünü gömmüştük sanki. Kasvetli bulutlar yerdeydi, yağmur yerden yağıyordu göğe. Kimya Hatun’un bu denli müşfik olduğunu bilseydim ve içimde gidişinin uçurumlar açacağını anlasaydım başta evliliğe direncimi güçlü tutardım. Cenneti yaşadıktan sonra yitirmek herhalde acıların en tarifsizidir. Kimya yürüyen cennetimdi. 

Altı aylık hâldeşliğimizde beni bir kez bile incitmedi, üzerime titrerdi. Annemden göremediğim şefkati, dervişlerde yaşayamadığım hürmeti, masumiyeti ile tattırdı. İçimdeki yetimliği, açlığı keşfetmişti âdeta. Gece üşümeyeyim diye üzerimi örter, sabah benden önce kalkar, abdest suyumu hazırlar, havluyu kendi eli ile yüzüme sürer, beni kurulardı. Sesinin asudeliği musikiydi bana. Bir kez bile yüzünü ekşittiğini görmedim. Bütün bunları bir mihnet ve vazife icabı değil, aşkla yaptığı belliydi. Samimiyetinden, nezaket ve letafetinden mahcup düşerdim. Hastalık dönemlerinde ah edip inlemezdi ki ben üzülmeyeyim diye, beni kendisinden, herkesten önce düşünen bir afet-i şuh idi. O güneşin gülüydü, güneşi güldüren gülşendi. 

Şimdi güneş nasıl gülsün Kimya’sız. Kimya’mı toprağa verdiğimiz günün gecesi, çizgili bir sema... Yeryüzü bulutlu.. Var ile yok arası muamma! Kimyasız ilk gecem. Ölü bir oda. Kokusundan yoksunum. Sesini duvarlarda arıyorum. Taşları tırnaklamak ve bana onun sesini verin diye yumruklamak istiyorum sağır duvarları. Hayatımdaki en acı gece. En bitmek bilmez deli ve derin gecem. Ben de insanım. Taş değilim ya. Melek de değilim. Elbet ağlamak, yakınmak insana mahsus. Dünyanın bütün kayalarını göğsüme üst üste dizmişlerdi sanki. Boğuluyordum. Kimya soluğumdu. Şimdi anlıyordum Konya’dan gittiğimde Mevlâna’nın neler yaşadığını. Niçin Hamuş olup suskunluğun kuytusuna sığındığını. Derin gözler ile çizgisiz, yer yer kuş motiflerinden halkalar bulunan beyaz bir yastık kılıfı ile yatağın başucunda Kimya’dan yadigâr leylak renkli bir gömlek. Yerde serili el emeği, göz nuru dokuduğu bir kilim. Bir seccadenin üstünde ben. Düşünceli. Yorgun. Dargın. Ağlamaklı. Yani dağı karlı nehrin derin sükûtunu kuşanmış soğuk simasıyla yaşlı bir adam. Ellerim soluk, solgun. Dudaklarım alışılmışın dışında bir morla boyanmış. Gözlerim dingin çizilmiş… 

Kimya’sız bir ölü oda ve ben. Neyleyeyim. Aşk acısı, acıya “canım” dedirtecek kadar delice ve derinceymiş. Uçuruma düştüm. Ardımdan dağlar yuvarlanıyordu yine de dolmuyordu düştüğüm uçurum. Alnımda kıvrılan ateşten su sesi gelmeye başladı. Bir çöl yalnızlığıyla dağların koynuna sokulmak istiyorum. Kimya kokmayan Gülizârı neyleyeyim. Ey Mihr-i bânım Kimya’m nerelerdesin? Mihr, Farsça’da muhabbet, merhamet demektir. Aynı zaman da güneş manasını da taşır. Bân, sahip manasında cı-ci ekidir. Mihribân; sevgiye dönüşen, sevgi soluyan demektir. Kimsenin yari Mihribân değil. Bu çağ Mihribânsızdır. Mihribân yoksuludur gecelerimiz. Yani güneşsiz. Sevgi Mihribânsızlaşınca insanlar hazzı, eğlenceyi, vakit geçirmeyi ve şehveti aşk sanıyorlar. Aşkın kimyasını öğrenmek isteyenler Mevlâna’nın Kimya’sı ve benim Mihribân’ım olan bu yüce hatunu tanısınlar. Ah Kimya ahhh... Kimya’mı yaktın kül ettin. Seni yitik bir ömrün kısa bir diliminde tanıdım.

Babandan önce seni tanısaydım Celaleddin’i değil, seni alemin Mevlâna’sı eylerdim; ama üzgünüm. Bu gönülde bir tek aşk var, o da babana nasip oldu. Şimdi sensizlikten suskunum Kimya’m. Ağlıyorum. Gözyaşlarım artık beynime akıyor. Ağlayış bile ağlardı Kimyasızlık ne demektir ah bir yaşasaydı. Benim Konya’dan gidişim Mevlâna’yı suskun etmişti. Susmak güzeldi susmaya değer için. Şimdi ben suskunum yoksun diye Kimya’m. Suskunluğun sol yanımı bu denli üşüteceğini bilmezdim, zemherilerde yere düşürülmüş bir çiçek kadar çaresizdim; üşüyordum varlığın olmayınca odamda. Belki de alışacağım yokluğuna, en kötüsü bu. Unutacağım bildiğim her şeyi, artık gelmezsin. Ben artık senin hatıran tüten bu odanın her zerresinde suskun kalacağım...

Aşkın Gözyaşları - Şems-i Tebrizî


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder